“Sevinçle ölebiliriz, yeter ki bunun hiç sözü edilmesin.”
Maldoror’un Şarkıları – Comte de Lautréamont

“Sevinçle ölebiliriz, yeter ki bunun hiç sözü edilmesin.”
Maldoror’un Şarkıları – Comte de Lautréamont
zemheri ortancasını ne zaman kontrol edersem edeyim bana hep hüzün veriyor. asmaların gölgesinde kaçınılmaz sonu bekleyen kayıp bir neden gibi sessizce açtı yine.
sakura ağacının ruh hâli ise tam zıddı şekilde. kaldırımdan geçenlere lirik soprano tonunda şarkılar söylüyor cıvıl cıvıl. japon ayvası da onu dinlerken bir tek güneş gözlüğü eksikmiş edasıyla dibindeki taşın serinliğine yayıldıkça yayılıyor.
mango’nun derdi başka. o, bugün mutfaktaki konsolun üzerinde duran buketi kestirdi gözüne… gagayı geçirmeden önce bana bakıp bakıp ne tepki vereceğimi ölçüyor.
hiç heveslenme. yedirtmem kokusundan mest olduğun karanfilleri sana…
haa bu arada… pazar günü muazzez’i gördüm. yanıma gelip sarıldı bana. nasıl da özleşmişiz!
Geçenlerde telefon ekranında “Hikâyesi en ilginç olan yara iziniz?” diye bir soru çıktı karşıma. Gözlerim bir lahza sol el bileğimin iç kısmına kayıverdi, dudaklarımda anbean doksan derece gülümsemeler oluştu sonra.
On iki on üç yaşlarındaydım. Saros’da ailecek yaz tatilindeydik. Tabiat ana Saros’un tertemiz, pırlanta misali parıldayan suyuna ziyadesiyle cömert davranmış; üvez çalılıklarını, meşe, incir ağaçlarını denize epey yakın konumlandırmıştı. İncir ağaçları sahipliydi ve ilekleme dönemi olduğundan üzerlerinde meyve torbaları asılıydı, fileden torbalardı bunlar. Denize giren, kumsalda güneşlenen sakinlere kavun, karpuz satan iki çiftçinin kendi bölgesel dillerini kullanarak aralarında yaptığı konuşma ilgimi çektiği için kulak kabartmıştım. O evrede incir yaprağının sapında bulunan seyyalin oldukça keskin, tutkal gibi yapışkan olmasından dolayı temas etmesi halinde deriyi tahriş edebildiği hatta yara yaparak iz bile bırakabildiğinden bahsediyorlardı. Kerime teyzenin oğlu Samim’in kendi koluna yavuklusunun ismini incir yaprağını emzirterek yaptığı dövme de işte o ilek döneminin eseriydi zaten. Üstelik günaha da girmişti, “aptal oğlan!”
Karpuz kesmek için kullandığımız çakıyı aşırıp anneme görünmeden kumsaldan uzaklaşarak günaha girmeye karar verdim. Oldum olası incir yapraklarının kokusu, özellikle de cevizi yeşile çalan rengi beni hep çekmiştir kendine, bayılırım o renge… Gözüme en sağlıklı en gösterişli görünen ağacı seçip, körpe yapraklardan bir tanesini bükerek çıt diye kopartıverdim. Uzun uzun kokladığımı hatırlıyorum bir de. Yaprağı kesip attıktan sonra geriye kalan uzunca sapı çakıyla diklemesine tam ortadan ikiye ayırdım. İkiye ayırdığım parçaları da minik minik, uzunlu kısalı keserek bir “R” harfi kalıbı oluşturdum kendime. Sol el bileğimin iç kısmına düzgünce yerleştirip sağ avucumla baskılamaya başladım. Ezdikçe tenim yanıyordu ama abanmaya devam ediyordum yine de. Bir vakit sonra harfin bir bacağını kaldırıp kontrol ettim ki deri olmuş kıpkırmızı. Kalıbı belki de bir saate yakın tenime diş geçirmişçesine bastırdım durdum. Artık yeterli olduğunu düşünerek fırlatıp attığımda kanamıyordu ancak saplardaki sütsü özü çekebildiği kadar çekmişti içine tenim. Rölyef gibi kabarmıştı bileğimdeki harf. Ardından bir güzel denize de girdim. Oysa körfezin suyu tuz zehridir. O gece ve akabindeki birkaç gece bileğimdeki acı, sızı, elem, ıstırap yüzünden uykularımdan oldum. Yara olmuştu deri ama kabuk da bağlamıştı sonunda. Tam istediğim gibi “R” harfi formunda!
Annem bana niye böyle bir şey yaptığımı sorduğunda “Bir gün beni kaybederseniz bu izden bulursunuz,” diye yanıt vermiştim.
O iz hâlâ bileğimde, büyüdüm ve kayboldum.
Rukiye Taşkın
İZLER 50. Sayı
Leylak tam filiz vermişken, sakura tam açacakken…
0°C – Kar
(Hissedilen -8°C)
şu istikrarsız ve popülist politikaların yarattığı küresel ekonomik krizde artık bir çuval undan kaç ekmek çıkar, kaç insanın karnı doyar emin değilim ama; hakikî bir şairden tevlit etmiş bir şiirin ruhumu ayın tayfından geçirip, kendi ışığının dalga boylarındaki duygu şölenlerinde ağırlayarak hazla doyuracağı muhakkak.
dizeler, edip cansever’den. fotoğraf, bu aylarda kendini gösteren yaban lâleleri. (kırdan topladığım)
Alaturka Konsert – Lørenskog Kulturhus
🇹🇷Alaturka 10 yaşında!
Onuncu yıl dönümümüzü seyircimizle birlikte kutlamak üzere, Şef Aygün Seferli Acar yönetiminde değerli müzisyenleri bir araya getiriyor, kuzeyin güzel ülkesi Norveç’te ılık bir Mayıs akşamı sıcacık ezgilerimizi sizlerle buluşturuyoruz.
Bazen üzüntüsü ve gözyaşı bazen de neşesi ve kahkahasıyla bir dönemin adı diyebileceğimiz Yeşilçam’ın unutulmaz melodileri ve 90’lı yılların sıcacık esintilerinden oluşan bol sürprizli bir repertuvar ile huzurlarınızdayız. ♡
7 Mayıs 2023 Pazar akşamı saat 18.00’de “Dünyaya geldik bir kere” demek üzere Lørenskog sahnesinde hep birlikte olalım!
*Biletleri aşağıdaki linkten, veya indirimli olarak koristlerimizden temin edebilirsiniz.
🇬🇧 Alaturka Turkish Women’s Choir will be celebrating its tenth anniversary in great style this year with a special concert that will be held at the beautiful concert hall at Lørenskog Cultural Center on Sunday, 7th May.
Led by our musical director and conductor Aygün Seferli Acar, we will perform a wide array of songs, and sing through the many genres and styles Turkish music has had to offer over the last half-century.
We are delighted to invite you all to our anniversary concert to celebrate with us a remarkable decade of commitment, togetherness, and choral music.
Tickets to our concert are available for purchase at https://www.lorenskoghus.no/program/alaturka-damekor-konsert/, or at a discount directly from members of our choir.
🇸🇯 Koret vårt feirer tiårsjubileum i stor stil med en spesiell konsert som holdes i det nydelige konserthuset på Lørenskog hus søndag 7. mai.
Ledet av vår dirigent Aygün Seferli Acar vil vi fremføre et bredt spekter av sanger, og synge gjennom de mange sjangrene og stilene tyrkisk musikk har hatt å tilby i det siste halve århundret.
Vi er glade for å invitere dere til vår jubileumskonsert for å feire sammen med oss et bemerkelsesverdig tiår
med engasjement, samvær og kormusikk.
Billetter til konserten vår kan kjøpes via linken ovenfor, eller direkte fra medlemmer av vårt kor til rabattert pris .
Photo : @rabana.photography
Poster: @rigstula
Text / Video Mix: Sinem Kozanoglu Heide
Hayatta hiçbir şey mutlak değildir, her şey birbirine dönüşür. Yin Yang Kuramı diyoruz buna. İyiliğin kötülük-kötülüğün iyilik, güzelin çirkin-çirkinin güzel, mutluluğun mutsuzluk-mutsuzluğun mutluluk haline dönüşmesi… Ya da ilacın dönüşümü gibi; ayarında doz faydalıyken overdoz zararlı. Doğanın işleyiş düzeneği de böyle ya hani, yağmurun çisil çisil yağması insana haz veren bir görsel şölen iken delimsirek yağdığında sel ihtimaliyle tehlike çanlarının çalmaya başlaması.
Kar manzaraları da öyle; bakmaya doyamaz insan, ruhu dinlenir. Ruhu dinlendiren görüntüleri aldım hafızaya. Ama o füsunkâr beyazlığın günbegün sabrımızı sınayan bir de görünmeyen yüzü var ki gece aralıksız yağan kar sabahına gözlerini açmış Nordik insanını kahvenin uyarıcı etkisine gerek duymaksızın güne fırlatabilir. Kardelenlerin boy göstermeye başlamasıyla “Bahara şunun şurasında ne kaldı ki?” dediğimiz günlerde dahi beyazın gücüyle şekillenen hayatın bize yansımaları ve etkilerinden bahsetmek istiyorum azıcık.
İkindiüstü Oslo’dan eve döndüğümde içeri girmeden evvel “Hadi,” dedim “Garajların önünde biriken karları kürüyerek ortalığı biraz açmış olayım.” Çakır ayaz yüzünden hava sıcaklığının -8°C’ye düşmesiyle iyiden iyiye katılaşmaya başlayan beyzalıkta yolları kütürdeten araba tekerleklerinin gürültüsüne “Rukii” diye tiz bir ses karıştı. Kafamı kaldırıp baktım ki Lea. Sol çaprazda oturan komşum. Haftaya salı günü evine odun indirtecekmiş, “Sana da 2 ton getirsinler mi?” diye seslendi bana. Aramızda spontane gelişen sohbet, Lea’nın bahçesinde çiçekleri mor renkte açan leylak ağaçlarının baharda sürgün veren taze dallarından birkaç tane kopartıp benim için rezerv etmesi antlaşmasına kadar uzadı. Teşekkür niyetine yaptığım kahveleri bizim verandada ayaküstü yudumlarken epeyce bir lafladık. Yetmedi, araçlarımıza antifriz alma bahanesiyle markete doğru yola çıktık. Yol boyunca da etrafı bol bol fotoğrafladık.
Gelelim şimdi günün erken saatlerine. Sabah 8:30 suları. Bir uyandım ki her yer kar. Hem de öyle böyle değil, kat kat yorgan misali kaplamış dört bir yanı mübarek. Şehir dışına çıkacağım 9:30 trenine yetişmem şart. Tren istasyonuna aracımla ulaşacağım ama arabam kalmış kar altında, görünmüyor. Yetmezmiş gibi yolları temizleyen iş makinaları kaldırımdaki varı yoğu kepçeleriyle öne doğru sürüklerken evlerin yola açılan çıkışları da nasibini almış temizlikten (!). Bizim kapının önünde kocaman, öbek öbek kar tepeleri oluşmuş. Demem o ki arabayı çıkartmam namümkün, kar!
“Ey tanrım,” dedim “Sabah sabah beni böyle sınıyorsun hıı,” Giydim çizmeleri, kaptım odunluktan süpürgeyi, sıyırdım arabanın üzerindeki beyaz yorganı. Fırlattım süpürgeyi, kaptım küreği, veryansın ettim evin çıkışını tıkayan kar yığınlarına. Küreği sallarken söylendim belediye aracının kepçesine de kaptanına da. Ve nihayet çıktım yola. İlk döner kavşağı geçtim, ikinci döner kavşağa yaklaşırken -nasıl gördüm bilmiyorum normalde hiç fark etmem- epey ileride trafik polisi aracının maviş maviş göz kırpan sinyal lambaları… “Bunlar beni durdurur mu acep şimdi? Durdurur elbet bugün ayın on üçü,” diye paniklerken fizik tedavi saatine geç kalmam halinde banka hesabımın ödeme hanesine ışık hızıyla yetişecek olan 550 kronluk elektronik faturanın görüntüsü şimşek gibi çaktı kafama. “Kır dedim kız, kır direksiyonu sola!” Yol yokuş aşağı. Eğim iniş levhası %15’lik bir eğimi işaret ediyor ama bereket yol kazınmış ve tuzlanmış. Hafiften frene basa basa indim rampayı. Park ettim arabayı, koşmaya başladım istasyona. Tam kapının önünde dikilip açma düğmesine dokundum ki tren hareket etmeye hazırmış. Sistemin kapıları kilitlerken “click” diye çıkarttığı o gıcık ses çınlayıverdi kulağımda. Kaldım tabii bu sefer sap gibi ortada.
Bir sonraki kalkışı aldım almasına lakin koşmaktan nefes nefese yetişebildim randevuya. Rehabilitasyon ünitesindeki hekim, hem fizik tedavi uzmanı hem de kiropraktör. 45 dakikalık cehennem azabının ardından rahatladım sonunda.
Akşam çalışma masasının başına geçtiğimde günden geriye kalan pirüpak fotoğraflara baktıkça mütemadi gülümsemeler kuşatıp durdu yüzümü. Yaşadığım stresi yazıya dökerken yüreğimin sarkacını ağırlaştıran sözcüklere karşın fotoğrafların odama yaydığı huzur, o huzurun ruhuma dokunmasıyla hissettiğim hafiflik öyle tuhaftı ki… Hakikaten bir kutup haddine ulaştığında diğer kutup devreye giriyordu. Bugün yaşadığım da birbirinden kopmaz iki karşıt kutbuyla “Her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik vardır.” manasını taşıyan Yin Yang kozmosuna selam çakıyor adeta onun dinamiğine iyi geceler diliyordu.
Yüreğinizin sarkacını hafifleten erinçte okumalar.
Rukiye Taşkın
İZLER 60. Sayı
dün, bir eşyadır.
yarın ise o eşyanın yerine alınan başka bir eşyadır.
bu döngünün kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ‘kendine yeter’dir.
yani demem o ki zaman bir eşyadır ve;
ne yazık ki bizim değildir.
/ r. t.