Çakır Yıldızlı Gökyüzüne ve İçimde Bir Yöne Uyanma

Fotoğraf: r.t.

Akşam olmak üzereydi… Verandanın çitlerine yaslanmış, gün batımına eflatun şarkılar söylüyordu leylak ağacı. Rüzgâr estikçe sokağa cömertçe rayihasını dağıtan kadife tenli çıtı pıtı çiçekler, üzerlerinde güneşin son ferinin oluşturduğu pırıltılarla önce havada toplu halde pike yapan ardından teker teker çalılıklara tüneyen sarı gagalı sığırcıklara göz kırpıyordu.

Her şey yolunda gibi görünürken içini inceden inceye bir ürperme kapladı. Serinlik arsızca sırtında gezinmeye başlayınca hırkasını attı omuzlarına. Dışarıda biraz daha oturacaktı. Bu can-ı bahar akşamında hemen eve girmek istemiyordu. Ne de olsa kuzey yarımküre upuzun bir kıştan çıkmıştı. İşte “Haziran çaldı kapıları yemyeşil entarisiyle, mihman oldu tüm kış yüzlü evlere,” diye düşünürken sol tarafını kadim bir ağrı tam dört defa yokladı. Elindeki fincanı sakince masaya bırakarak ciğerlerinin dibine kadar derin bir nefes çekmeyi denedi. Başaramadı, göğsü acıdı.

“ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!”

Salondan sesler geliyordu. Radyonun açık olduğunu hatırladı. İsteksizce kalktı hasır koltuktan. Veranda kapısının ahşap, alçak eşiğinden atlayarak içeri geçiverdi.

Yağmur yağıyordu içeriye radyodan. Uzakta bir yerlerde göç kervanlarının ayak sesleri, kırık sepya fotoğraflar, anılar damlıyordu odaya. Babaannesiyle geçirdiği zamanlar kuşattı aklını. Yaz akşamları açık mavi, boyası yer yer dökülmüş eski karyolada onunla yan yana tasasız, huzurla uyuduğu geceler… Babaannesi, her akşam yatağa uzanmadan evvel kitaplarından birini eline alır, uzun sırtı el oyması işçilikle süslenmiş, minderi kadife kumaş kaplı, sallanan sandalyesine otururdu. Yılların, rengini ağartıp artık kahverengiden kül sarısına dönüştürdüğü o yorgun sandalyede neredeyse bir saat kaybolurdu okuduğu kitabın içinde. Kitabı raftan çektiği esnada o, karyolaya gözünü diker, kadının her sabah itinayla kabarttığı kocaman bir beyaz bulut gibi gözüken yün yatağın tam ortasına kurbağa çevikliğiyle atlardı. Yatağın havasını birkaç zıplamayla söndürmek ona göre dünyanın en eğlenceli işiydi. Eski karyolanın üzerinde hopladıkça çıkan gıcırtılar eşliğinde türlü türlü maskaralıklar yapıp sorular sorarak yaşlı kadının dikkatini çekmeye çalışır ama beceremezdi.

Torunuyla okuması bittiğinde ilgilenecek, bu akşam ona uyumadan önce Fesleğenci Kız masalını anlatacaktı. Kehribar renkli, parlak şekerleme ambalajını ikiye katlayarak yaptığı ayracı elli üçüncü sayfaya yerleştirip kitabı kapattı. Boşluğa bir nefes üfleyerek yavaşça doğruldu. Aliş’i göçtüğünden bu yana tutunacak hiç kimsesi olmadığını düşünürdü hep. Bu nedenle bir tek ağzından çıkanlara tutunabiliyordu. Nicedir kimseyle uzun uzadıya konuşup geçmişi, hatıralarını anlatmıyor; anlatmak istemiyordu. İyiydi böyle. Sükût edince uyuşuyor, hiç değilse kulakları ‘ıslık çala çala göçen çınar’ların seslerini duymuyordu.

Sol göz çukurunda mayalanan bir çiy tanesi ve uzaklarda bir masalın “Bir varmış bir yokmuş,” cümlesini hatırlayarak yavaşça torununun yanına uzandı.

Yaşlı kadının dudakları hâlâ kımıldarken torunu, pencereden içeriye süzülen baygın leylak kokularıyla yüreği nehir içinden b/aka b/aka tatlı bir rüyaya daldı.

-gözlerim göç yüreğim nehir içinden b/akıyor-

fikrimin uzandığı sisli haritada
gözlerime dokunan tarihle
dingin bir nehre akıyor içli sözleri
ve
taş döşemeli dar sokaklardan geçiyor gölgeler
unutamadığım

çocukluk yüzümle b/akıyorum aynalara
ince sazlarla çalınan Balkan türküleriyle siliniyor kulağımın pası
geçmişi kucaklayıp oturuyorum Tuna kıyılarına
ki- öyle böyle bir hasret değil bu
içimde kocaman bir ben yaşatıyor bana

ninemin dudak kıvrımlarında oynaşıyor içli nağmeler
hüznünü sakladığı çizgilerde ufalanıyor şiirler
sessizce gülümsüyor ellerindeki fotoğraf
usulca odaların birine gizleniyor anılar

gece- yorgun ve uslu çocuk edasıyla
diz çöküyor Şar dağlarının eteklerine
gökte yıldız kaç padişahoğlu?
söze başlıyor bahçelerde fesleğenci güzeli
yapraklarında esrarengiz kokusu
karnında sayıyor pastirinkaların sabırsızlığını
masallar doğuruyor sabahın ak tenine
parmak uçlarında pekmezli hatıralar karıştırdıkça Ohrid’e
yeşil gözlü- al yanaklı çocukların
kahkahaları serinliyor şen sularda

göç kervanlarının içinden akıyor kederli Vardar nehri
kına kokulu hasretler uzuyor taze gelinlerin saçlarında
yüzleri Yahya Kemal
yüreği Mehmet Âkif’li dizeler dağılıyor etrafa
hepsini toplayıp okuyoruz dilden dile
Balkanı geziyor sesler
nineler adım adım göç büyütüyor evlerinde
dedelerin hafızalarında ezan sesi
tek tek-
terk ediliyor evlâd-ı Fatihan diyarları

masmavi gözlerin göğünden yağan yağmurlarla ıslanırken Silistre
vatan topraklarında şiir kokan tohumlar filizleniyor
eski dünler- yeni günlere ekilirken

gözlerim yorgun göç sürgünü buzullarda ey koca Nâzım
yüreğim nicedir akar
nehirden sözlerle…

Rukiye Taşkın

Yazı, Femtrak Dergisi 4. Sayı Kısa Öykü kategorisinde yer almıştır.

Çakır Yıldızlı Gökyüzüne ve İçimde Bir Yöne Uyanma” üzerine bir yorum

Yorum bırakın