gecede kuş sesi yok aklımın diplerinde bir patlama sadece sadece infilak etmesi güvercinlerin avluda
ah beynime en çok yakışan mermi alnıma dayalı barabellum
bar..bar..barabellum
sizin de içinizden geçiyor mu yollara bir ağıt gibi düşmek sızısından üç ırmak çıkarmış bir ülkenin dağlık dağınık yollarına Şey’ler yokluyor olsun cismimizi topluca beynimiz yönetiminde olsun aygıtların
bir buğulu sonbahar bir sobalı kış olmasa da takvimde bırakalım da kırılsın os-frontale bir barabellumla la..la..la..
bir uçak düşleyelim haydi geliniz köpüğünden balık yapılmış bir maviden geçiyor olsun bir uçak düşleyelim kaşı gözü bembeyaz oysa durmalıyızdır da bazı biraz hayat bir geometri aşk bir ilinti gözümüze sığmayacak yoksa bu gökler içimizde gezinsin dursun henüz sıkılmamış bir kurşun bar..bar..barabellum
kesin bir yargıyla düşerek sonbaharın som baharına ölümden öteye köy bulalım barabarbarabarbarabellum
20eylül2bin10d4rt Şükrü Özmen
~~~
“beynimiz yönetiminde olsun aygıtların”
gerçeklerine köreldiğimiz gerçeklerin paryetali şiir ey
şiir sende kenarlar var açılar var acılar var kenarların açıların acıların birleştiği çatılar var dağ var sende köy var köpük var oluk var v/ar deliklerden birbirine geçen bir ilinti- bir inilti!
Cemal Süreya’nın doğum gününde şiirseverler Kız Kulesi’nde buluşuyor.
Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği, modern şiirimizin büyük ustalarından Cemal Süreya’yı doğum gününde anma etkinliğini, geçen yıl aldığı bir kararla 90. yaşından başlayarak Kızkulesi’nde sürdürmeyi seçmişti. CSKSD kayıtlarına göre 28 Temmuz’da dünyaya gelen şairin 2021’den başlayarak Kızkulesi’nde anılması dernek yönetimince şöyle açıklanmıştı:
“Özal dönemindeki özelleştirme furyasına tepki olarak şair: ‘Kızkulesi düş getiren pay senetleri kapış kapış gitti.’ demişti. Bugün de sıcak para arayışıyla ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yanı sıra tarihî ve sanatsal değerlerinin uluslararası sermaye çevrelerine peşkeş çekilmesi karşısında ülkemiz şiir geleneğinin sessiz kalması düşünülemez. CSKSD bu gerçekler ışığında, şairin doğum günü kutlamaları için Üsküdar Kızkulesi İskelesi’ni seçti.”
2021’de Kızkulesi’nde ilk kez gerçekleştirilen etkinlik, bu yıl da 28 Temmuz Perşembe günü saat 10:30’da başlayacak. CSKSD Başkan Yardımcısı Aydan Ay’ın yönetim ve sunumuyla yürütülecek olan etkinlik akışında Modern Türk Şiirinde Cemal Süreya’nın yeri ve öncülüğü vurgulanırken, yurtsever geleneği yansıtan şiir ve düşünceleri örneklenecek, yurttaş bilincinin yükseltilmesinde şiirin ve tüm sanatların işlevi anımsatılacaktır.
“Haydi şiirseverler! Cemal Süreya’nın izinde şiirimizin onurlu geleneğini yükleniyoruz. O gün susmak yasak…”
Kutuplarda eksi on dört derecedeyiz bugün. Yıllar öyle hızlı bir akışı müteakip ilerliyor ki 2021’in defterini kapatmakta olduğumuz buz gibi bir aralık ayındayız. Dışarıda kar yağışı, içeride için için yanan sobada odunların çıkardığı çıtırtılar, mutfakta fındık aromalı filtre kahvenin taze kokusu, ekranımdaki PDF dosyasında ise Nuran Karakaya’nın “Ölünün Ardından Konuşun” isimli kitabı var.
Fotoğraf: Funda Karakaya
“Çünkü bana göre ölen kişi öldüğü an içerisinde değil, ondan bahsedilmediğinde, unutulduğunda ölür.” (S. 81)
“İyisi mi siz O’nun ardından bol bol konuşun. Gidenin tüm güzelliklerini kalbinizle, ruhunuzla anlatın.” (S. 82) diyor yazar, kitaba adını verdiği deneme yazısında. Dosya e-postama düşer düşmez okuduğum ilk bölüm bu oldu. Kitaba bitişine 20 sayfa kala başlamış oldum yani, sonra başa dönüp tertipli bir hâl üzere okumaya devam ettim. Roman olsaydı yapmazdım böyle bir şey, merakımı frenlerdim.
Baskısı Sokak Yayın Grubu tarafından gerçekleştirilen eser yazarın öykü/deneme türündeki ikinci eseri. İtiraf etmeliyim ki ismini ilk kez okuduğumda bir gülümseme kapladı yüzümü. Hoşnut bir gülümseme. Çünkü yazar, “ölü” gibi insana sevimsiz gelen bir sözcüğün kendine yer edindiği bir kaideye tersten yaklaşıp yüklemini olumlusuyla takas ederek anlamına sevimlilik kazandırmış. Kaide, “konuşmayın” derken Karakaya “konuşmalıyız” diye direniyor. Bu manada babaannemi ve çocukluğumda onunla geçirdiğim eşsiz vakitleri her daim tatlı tatlı yâd ettiğimden olsa gerek beni okur okumaz gülümseten bu kitap ismi, yükleminin değişmesiyle o ağır suskunluğundan kurtularak hafiflemiş, özgürlüğüne kavuşmuş adeta. Bazı zamanlarda büyüklerimizin, “ölenin ardından konuşulmaz,” dedikleri buyurgan ilke aslında bilinenin aksine kutsal kitaplarda yer almayan anonim bir söylem. Bu dünyadan göçüp giden yakınlarımız, tanıdıklarımız hakkında olumsuz konuşulduğunda onların hatırasına saygısızlık edilmemesi adına ahlak ilkesiyle tasarlanmış belli ki. Güzellikler, iyilikler üzerine hemhâlleşmeye özellikle vefayı hatırlamaya her zaman varım fakat; -bu biraz da hatırladığım insanın yaşarken neler yaptığına bana kendimi nasıl hissettirdiğine bağlı- demekten de alıkoyamıyorum kendimi açıkçası. Ayrıca ahlak ilkelerine göre düşünülüp tasarlanan, nesilden nesile aktarılıp günümüze kadar ulaşan kaidelere bir de felsefi boyuttan açılan pencereler var ki her filozofun farklı farklı yorumladığı o boyut deniz, deryâ…
Âh o filozoflar yok mu zaten. Denizin dibini bi’gıdım görüp anlamak uğruna saçlarımızı ağartan genç yaşta…
Otuz dokuz bölümden oluşan kitabın dokuzuncu deneme yazısı olan ‘Balonlar’da yazar, “Umudumu gökyüzüne serdim ve satırlarıma başladım. ‘Hayaller yarının gerçeğidir’ sözü yüreğimden geçip parmaklarımın arasından satırlara düşerken, hayatla olan yolculuğumu düşündüm. Konu; yolun uzun veya kısa olması, kimin veya kimlerin benimle yürüdüğü ya da vazgeçip yoldan ayrıldığı değildi. Konu; ‘düş olmadan asla’ idi. İçimdeki çocuk bir elini cebine koymuş, diğer elinde ise bir sürü balon tutuyordu.” (S. 26) diyerek bırakıyor rengârenk balonlarını gökyüzüne… Birçok düşünür gibi o da hayal kurmadan geleceği inşa etmenin mümkün olmadığını vurguluyor ve bir anlamda yazmanın da hayal ettiğimiz müddetçe yaşamak olduğunu…
Eserin dilini yalın ve bütünleştirici buldum. Çıkış noktası kesinlikle “sevgi.” Bitiş noktası da öyle ve bu sebepten bütünleştirici bir lisanı var kalemin. Şöyle ki yazar sevgi insanı olduğunu, hatta sevginin öğrenilebilir bir duygu olduğunu hemen her bölümde işliyor. Ama bunu kurgudan uzaklaşmadan, tadını kaçırmadan açıklamaya çalışıyor. Son sayfayı kapattığımda bu kitabı benim için özel kılacak şeyin ne olduğunu düşünmeye koyuldum. İlk başta samimiyeti sonrasında mütevaziliği olduğuna kanaat getirdim. Politik bir mesaj, gizemli bir kurgu ya da güçlü karakterler ile ön plana çıkma kaygısı yok Karakaya’nın. Birkaç öyküsünde başkarakterler isimlerle ön planda lakin çok geçmeden tekrar kendine dönüş yapıyor yazar ve birinci tekil şahısla devam ediyor anlatımına. Böylelikle kalemin bir meramı olduğunu keşfediyorsunuz. Bu meramın -hiçbir problemin sevgi olmadan çözülemeyeceği, bununla beraber her şeyin sevgi ile yeşerip büyüyeceği, gelişebileceği- aktarımı. Yazarın arzusu bu iletiyi tüm evrene ulaştırabilmek ama; evvel evrene sonra insanlara. Bütünden ve büyükten başlıyor önce parçalardan değil… İletiyi bütün üryanlığı, coşkusu, aynı zamanda olanca ciddiyeti ile hareketlendiriyor kalemiyle ve çıkarıyor yolculuğuna, “Görüşemedik, konuşamadık ya, evrene göndereyim bu satırları dedim. Olur ya melekler okur sana, haberleşmiş oluruz belki başka bir şekilde…” (Gidenlerin Ardından başlıklı öyküsünde Tülin’e seslenirken. S. 45)
Sevgi duygusunun “öğretilebilir” olduğuyla ilgili olarak da muhatabını kendisine güvenmeye ve emek noktasından birlikte hareket etmeye teşvik ettiğini hissediyorsunuz. Dolayısıyla yazarın derdi insanı insan yapan değerlerin altını çizerken, “Siz ne düşünüyorsunuz, nasıl hissediyorsunuz?” içtepisiyle his akışını okura devrederek onu uyandırmak. “Hayatta asıl önemli olan şeylerden bir tanesi kendi kendini tasarlayabilmektir.” (Geçmişi ihmal edersen gelecek senin olur mu?” başlıklı yazısından. S. 46)
Yüz on iki sayfalık bu günce bana göre gücünü; yazarın yaşamı ve insanları özgün tavırlı adil gözlemlerden geçirmiş olmasından alıyor. Tecrübe, nihayetinde ’bilme’ ereğiyle sayfalara zarifçe yüzünü süren kalem zamana imzasını atmayı da başarıyor.
Kitapta en sevdiğim kesit “İpucu” öyküsündeki başkarakter Filiz’e, rüyasındaki bir kadının yüzünü göstermeden fısıldadığı sözler ve final cümlesi oldu:
“Ben sana doğru taşan bir dalga iken, küçücük bir damla kaldım. Onu da yitirmemek adına gözlerimde tuttum, ağlamadım.
O an durdu ve öylece kalakaldı. Evet, ağlamamıştı ve her şeye rağmen ağlamayacaktı!” (s. 32)
/ Rukiye Taşkın
Eser Adı: Ölünün Ardından Konuşun Yazar: Nuran Karakaya Yayınevi: Sokak Yayın Grubu – 1. Baskı Mayıs 2019 Sayfa sayısı: 112
Yazı,Femtrak Dergisi 9. Sayı Tsundoku kategorisinde yer almıştır.
Banu Gürsaler Syvertsen’in, dumanı üzerinde sıcacık somun misali bir kitap çevirisi daha…
Kaynak: Monokl Yayınları
2015 yılında İskandinav Konseyi Edebiyat Ödülü’nü kazanan Norveçli yazar Jon Fosse’nin yazar ve oyun yazarı kimliğinin yanı sıra şair kimliği de var.
Üçleme, çevirisinden de anlaşılacağı üzere üç kitaptan oluşuyor. Uyanıklık, Olav’ın Düşleri ve Yorgunluk. Bir an önce edinip okuyabilmek için can attığım bir kitap, zira Banu hanım tüm çevirilerini akademisyen titizliğiyle yapıyor.
Kendisiyle az önce gerçekleştirdiğim sohbette, kitabın ve yazarının yanında çevirmeninin de bir fotoğrafını bloğum için paylaşmak istediğimden bahsettim. Sağ olsunlar beni kırmadılar ve bir fotoğrafını göndererek bu paylaşıma katkı sağladılar. Yürekten teşekkürümle…
İyi okumalar…♡
/ Rukiye Taşkın – Mart 2021
“Jon Fosse, kendi hayatından yola çıkarak bir balıkçı kasabasındaki bir aşkı, bir cinayeti, bir cezayı ve bir sonu anlatıyor. Nesillerden nesile aktarılan kemanın sesi ile denizin uğultusu iç içe geçiyor. Minimalist bir yaklaşımla melankolik bir deniz iklimi “Üçleme”de birleşiyor.”
Kitap Adı: Üçleme Yazar: Jon Fosse Çevirmen: Banu Gürsaler Syvertsen Yayınevi: Monokl Sayfa Sayısı: 160
Bugün şehir dışındaydık Vestby’de. Sabah posta kutusuna bakmamıştım, kapağını kaldırmak eve döndüğümüzde geldi aklıma:) Posta teslimat kağıdını ve üzerindeki “İstanbul” yazısını görünce arabayı olduğu yerde bırakıp, lapa lapa yağan karın altında postaneye doğru ivecen adımlarla, sevinçle yürüdüm!
Foto: r.t.
Gül’can’ım bana 40 yıllık dostluğumuzun, Istanbul’un kokusunu göndermiş. Stefan Zweig’in ‘Olağanüstü Bir Gece’si, Ivan Gonçarov’un ‘Oblomov’u, kahvesi, çikolatası, mumu, adaçayı, evinin bahçesindeki çam ağacının yaprakları, kozalakları ve her kış civarındaki kafelerde çay içtiğimiz Galata Kulesi’nin görselinin olduğu kitap ayracıyla birlikte…
Foto: r.t.
Canım benim, buralarda olmasan da bu günümü anlatan bu cümleleri sabitlemek istiyorum bloguma…
Kâlbi teşekkürümlesin! Kırk yıllık dostum. İyikim.
“Bir tanrının ayak izlerini takip eder gibi yürü.”
“Bir yere doğru küçük adımlarla ilerlersen, büyük adımlarla ilerlediğinden daha az fark edilirsin.”
“Kendimi tanımazken bana yabancı olan şeyleri araştırmayı gülünç buluyorum.”
“Sürekli hareket eden şeyler ölümsüz olduğu için her ruh ölümsüzdür. Ama başka bir şeyi hareket ettirip başka bir şey tarafından hareket ettirilen şeyin yaşamı hareket durunca sona erer.”
“Başlangıcın yaratılışı yoktur. Var olan her şeyin bir başlangıçtan yaratılması gerekirken, onun herhangi bir şeyden yaratılmasına gerek yoktur.”
Kitap ismi: Samed Behrengi – Bütün Öyküleri Yayınevi: Panama Yayıncılık Sayfa: 319
Fotoğraf: r.t.
Samed Behrengi’nin tüm öykülerinin derlenip toplandığı, çocuklara toprağı, ağaçları, adaleti ve doğuyu sevdiren, her öyküyü okurken beni de ilkokul yıllarıma alıp götüren, içimdeki çocuğun hırslı, sabırsız yanlarını tetikleyen harika bir eser.
Kitap 11 öyküden oluşuyor. İlk öykü ‘Bir Günlük Düş ve Gerçek’de babasıyla birlikte, sefaletin kol gezdiği bir taşra kasabasından başkente, Tahran’a ekmek parası kazanmak ümidiyle gelen Latif’in 24 saati anlatılır. Latif’in arkadaşları Kasım, Ahmet Hüseyin ve biletçi Ziver’in oğlu da Latif gibi yoksul aile çocuklarıdır. Bu çocuklar sokaklarda, pazarlarda bir şeyler satarak ailelerinin geçimlerine destek olmaktadır. Latif’in babası da bir el arabası uydurarak seyyar satıcılık yapmaya, her gün iki çuval patates satmaya başlar. Kazandığı paranın bir miktarını sılada bıraktığı karısı ve diğer çocuklarına gönderecektir. Tahran’ın iki ayrı kesime ayrıldığı, kuzeyinde zenginliğin, güneyinde yoksulluğun hüküm sürdüğü bu şehirde Latif, ömrü boyunca sıkıntı çekmeyen, her istediği ebeveynleri tarafından karşılanan zengin çocuklarının şımarıklığı ve yoksullukla acıya gark olmuş çocukların incinmişliği arasında bir oyuncakçı dükkanının önüne kadar gelecek, kapısında kocaman oyuncak bir deve ile karşılaşacak ve onu elde edememenin üzüntüsüyle “şiddet” duygusuyla tanışacaktır.
Kitabın ikinci öyküsü ‘Bir Şeftali Bin Şeftali’de ise iki fakir köy çocuğunun, Sahibali ile Pulad’ın hikayesi karşılıyor bizi. Köy ağasının şımartılmış kızına giden meyve sepetinden yere düşen bir adet kadife tenli, pembe yanaklı, üstelik konuşmak, kendini anlatmak isteyen bir şeftali çıkıyor karşımıza. Behrengi bir meyvenin yaşamını, çekirdekten gençliğe, olgunluktan ölüme dek hayatını, şeftalinin kendisinden öyle bir anlatıyor ki hayranlığımdan bazı paragrafların üzerini iki kez geçiyorum okurken. Sahibali ve Puhad sepetten düşen ve sıcaktan bunalan şeftaliyi, karınlarının açlıktan kazınmasına rağmen ırmağın serin suyunda dinlendirip soğutarak yiyorlar. Çekirdeğini ise adeta kutsayarak saklayıp, sonunda onu dikecekleri bir yer buluyorlar. Bu iki çocuğun tek hayali, kendi gibi meyve yemekten mahrum arkadaşlarının, bu ağaçtan faydalanabilmeleri… Ona öyle iyi bakmak istiyorlar ki bu uğurda dağın eteklerindeki taşlıklara kadar gidip, o taşlıkların arkasına iniyor ve taşların altından semiz bir yılan buluncaya kadar uğraşıyorlar. Buldukları o ilk yılanı bir sopa darbesiyle ortadan ikiye böldüklerinde içinden iki fare ve bir serçe çıkmasına rağmen, parçalara ayırıyor ve şeftali çekirdeğinin yanına yamacına gübre olarak gömüyorlar. Daha fazla devam etmeyeyim ‘buraya, virgül koymak istiyorum.
Kitap, Kel Güvercinci (Keloğlan), Ulduz (Yıldız) ile Konuşan Bebek, Pancarcı Çocuk, Feleği Arayan Adam, Iki Kedi Duvarda Biri Ak Biri Kara, Akıllı Keçi, Sevgi Masalı, Yıldız ile Kargalar, Küçük Kara Balık öyküleriyle devam ediyor ve “denize ulaşmak isteyen” her çocuğu, hatta her yetişkini okunması için dört gözle bekliyor!
Behrengi, İran’da 1925 – 1979 yılları arasında hüküm süren Pehlevi Hanedanlığı (Dudmān-e Pahlavi) zamanında ülkenin kuzey batısındaki en büyük şehir olan Tebriz’de dünyaya geliyor (24 Haziran 1939). Azeri asıllı bu genç öğretmen Fars ve Azeri halk kültürü üzerine incelemeler yapıyor. Halk dilinde dolaşan masalları, söylenceleri derleyip topluyor, onlara yeni bir biçim kazandırıyor. İleriki zamanlarda çocuk öyküleri yazmaya başlayan yazar öykülerinde adalet, eşitlik, sorgulama ve direnebilme gibi kavramları işliyor. Rıza Şah Pehlevi’nin tahtta olduğu o dönemde metinlerini Şahlık düzenine bir nevî karşı çıkış, baskı yönetimine başkaldırı olarak hazırlıyor ve bu şekilde hem bulunduğu ülke, hem de dünya halklarına nasihatler gönderiyor.
Yazarın 31 Ağustos 1967 yılında (henüz 28 yaşında) Aras Nehri’nde yüzerken boğulduğu söylentisi etrafa yayılmaya çalışılsa da, ölümü hâlâ şüpheli ve sır dolu olarak görülmekte…
Rukiye Taşkın – Eylül2020
Fotoğraf: r.t.
Kitapta altını çizdiklerim:
Bir Şeftali Bin Şeftali
“Hepimiz aynı ağacın çocuklarıydık.”
“Aynı anda hem ölüyor hem de yeniden hayat buluyordum.”
“İşte ben, yeni bir yaşamı yaratmaya hazır bir çekirdeğe sahiptim. Çünkü ben ve çekirdek bir bütündük. Tıpkı insan ile onu var eden düşünceleri gibi.”
“Eğer bir şeftali kurtlara kanar, onların etlerine işlemesine, çekirdeklerini kemirmesine duyarsızlaşır ise ölür. Eğer çekirdeğindeki gizli güçle yaşama bağlanırsa ve gelişme ortamına sahipse her şeftali gelişir.”
Yıldız ile Konuşan Bebek
“Işık ne kadar cılız olursa olsun yine de çevresini aydınlatır.”
“Anlatacak hiçbir şeyi yoktu. Tabii ki söyleyecek çok şeyi vardı ama anlatılcak gibi değildi.”
“Lütfen şımarık, kendini beğenmiş çocuklar, bizim bu masalımızı okumasınlar. Hele son model arabalara binen burunları bir karış havada olup sokaklardaki, kaldırımlardaki evsiz barksız, kimsesiz çocukları, yoksul ve işçi çocuklarını hor gören, insan yerine bile koymayan şımarık zengin çocukları hiç okumasınlar.
Ama kötü, kendini beğenmiş çocuklar da düşüncelerini, davranışlarını, önyargılarını değiştirip düzeltecek olurlarsa, onlar da Samed Behrengi öğretmenin masallarını okuyabilirler.”
Küçük Kara Balık
“Kimse aklımı çelmedi. Benim düşünmek için aklım, görmek için gözlerim var.”
“- Dünya o kadar büyüktür ki her yerini dolaşamazsın.
– Zararı yok, gidebildiğim kadar giderim ben de.” (Özgürlüğün Savunması)
“Akıp da bir yere varamamak mümkün mü?”
“On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık ‘İyi̇ Geceler’ di̇leyerek yatmaya gitti̇. Büyükanne de uykuya daldı. Ama küçük bir balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi̇ düşündü hep.”
Kel Güvercinci (Keloğlan)
“Son pişmanlık yararsızdır.”
“Toplumu ve sorunlarını tanımak için daha binlerce soru sormanız gerek. Şunu da bilmelisiniz ki toplum evinizin dört duvarı arasında değil, toplum yurttaşlarımızın yaşadığı her noktadadır. Irak köylerden tutun da irili ufaklı şehirlere dek. Çamurlu ve hayvan dışkılarıyla dolu köy sokaklarından tertemiz şehir caddelerine kadar. Dar daraşık, karanlık ve sinek dolu yoksul köy evlerinden zengin şehirlerin pırıldayan köşklerine kadar. Üstü başı dökülen ve ücretli çalışan çiftçi çocuklarından, halı dokuyan çocuklardan tutun da en önemsiz besini tavuklu pilav, hindi, muz ve portakal olan çocuklara kadar… Bütün bunlar atalarından miras olarak alacağınız toplum. Atalarınızın mirasını el değmeden çocuklarınıza ulaştırmamalısınız. Kötülükleri azaltmalı ya da yok etmelisiniz. Güzelliklerini arttırmalı ve rahatsızlıkların ilacını bulmalısınız. Toplum, aynen korunması gereken bir emanet değil. Toplumu tanımanın ve sorulara yanıt aramanın birkaç yolu var. Bu yollardan biri de köylere, şehirlere gidip her katmandan halkla oturup kalkmak. Öbür yolu da kitap okumak. Tabii her kitabı değil. Kimileri der ki: “Her kitap bir kez okunmaya değer.” Bu saçma bir söz. Dünyada o kadar çok kitap var ki ömrümüz bunların yarısının yarısını okumaya yetmez. Bu durumda kitapların arasından güzel olanları seçmeliyiz. Çeşitli sorularımıza doğru yanıtlar veren, bizi kendi toplumumuzla ve diğer milletlerle tanıştıran, toplumsal rahatsızlıkları bize gösteren kitapları seçmeliyiz. Bizi sadece oyalayıp aldatan kitaplar yırtılıp yakılmaya yarar.
Çocuklar masal ve öyküyü istekle okurlar. Değerli masallar ve öyküler size insanları, toplumları ve yaşamı tanıtır ve nedenleri açıklar. Sadece oyalanmak için masal ve öykü okunmaz. Bu yüzden bende akıllı çocukların öykü ve masallarımı sadece oyalanmak için okumalarını istemiyorum.”
Yazı Femtrak Dergisi 5. Sayı, Tsundoku Kategorisinde yer almıştır.
“..çünkü ruhu kaygısız sevinçlere, hiçbir amacı olmayan anlamsız mutluluklara yabancıydı.”
Hayırlı Bir Hata / s.42
“Merhamet mi?” diye soracaksınız, “Nasıl yani? Neden? Niçin?” Evet, merhamet, derin bir merhamet. Ben tanıdıklarıma sadece aklî değil, kanuni bir suretle güçlendirmek istediğim kalpten bağlarla da bağlıydım.
Habis Bir İllet / s.58
Fotoğraf: r.t.
Bir kitapçıda arka kapak yazısına bakarak kitap hakkında çok genel bilgi edinmek isteyen okur için ben de çok kısa özetleyeyim: elinizdeki kitabın ilk novellası alaycı bir sosyete ve romantizm eleştirisidir. İkinci novella ise Oblomov’un, diyelim ki doğuşu, bebekliğidir. Hayırlı Bir Hata’da ömrünü balolarda geçiren ve romantiklerin uydurduğu abartılı duyguları hayatın tek gerçeği sanıp onlar gibi yaşamaya çalışan soylu sınıfı yerden yere vurulur. Habis Bir İllet’de ise ‘Oblomovculuk’ ile onun tam karşısına konulan sonradan görme Emile’cilik. Bu iki eser de daha önce Türkçeye çevrilmemiş, yani onları Türkçede ilk okuyanlar arasında olacaksınız. Üstelik daha da tuhafını söyleyeyim size: en azından son elli yıldır Rusçadan başka bir dilde de yayınlanmamış bunlar (belki de başka bir dile hiç çevrilmemişler.)
Yani ey kitapçıdaki okur: ben derim ki bu keyifli ayrıcalığı kaçırmayın.